Dr. Şengül Altan Arslan-Kırılan Vücutlar, Yitirilen Canlar, Söndürülen Hayaller…

3316

Yüz yılardır süregelen kadına karşı dillendirilmeyen ayrımcılık ve kadına karşı şiddet özellikle son yıllarda artan bir şekilde kamu tarafından dikkate alınmamakta, kanunlar yetersiz kalmakta daha da kötüsü yok sayılarak toplum çaresizlik duyguları içinde bırakılmaktadır.

1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilerek yayımlanan Kadına Karşı Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirgesinde, şiddet; “ister kamusal ister özel hayatta olsun tehdit etme, zorlama veya özgürlükten keyfi olarak yoksun bırakma dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik zarar veya acı verme sonucu doğuran veya bu sonucu doğurması muhtemel olan, cinsiyete dayalı her türlü eylem” olarak tanımlanmıştır (http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr). Tanımdan da görüleceği gibi, şiddette temel vurgu toplumsal cinsiyete yapılmaktadır. Nitekim kadına karşı şiddete değinen birçok kaynak, şiddetin temelde toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılıkla ilgili olduğunu da vurgulamaktadır. Aynı Bildirgenin giriş bölümünde, kadına karşı şiddetin kadına karşı ayrımcılık ve erkeğin kadın üzerinde egemenlik kurmasına neden olan süregelen güç eşitsizliğinin sonucu olduğu belirtilerek, bu durumun kadınların bir alt konumda olmasına neden olan hayati sosyal mekanizmalardan biri olduğuna vurgu yapılmaktadır (www.ohchr.org/english/law/eliminationvaw.htm).

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği dünyada kadına ve kızlara karşı şiddetin sürmesinin tek nedeni olmasa da en manidar nedenlerinden birisidir (UN Special Rap, 2005). Bu nedenle, kadına karşı şiddeti anlamaya yönlenmiş her türlü çaba, toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunu içeren geniş bir çerçeveden ele alınarak konumlandırılmalıdır. Örneğin kadının şiddet görme olasılığını arttıran erkeklere göre daha fazla yoksullukla yüz yüze kalması, düzenli bir işe sahip olmaması, güvenceden yoksun enformel sektörde istihdam edilmesi, daha az ücret alması, diğer ayrımcılık biçimleri ile iç içe geçen hatta onları tetikleyen erkeklere göre eğitim olanaklarından daha az yararlanması, parlamentodaki temsilinin son derece sınırlı olması, dünyadaki mülkiyetin sadece %1’ ine sahip olması (Valchova ve Biason, 2005), Dünya Ekonomik Formu tarafından her yıl yayınlanan cinsiyet uçurumu raporunda yayımlanan göstergeler açısından durumu bunun en önemli kanıtları olarak karşımızda durmaktadır. Bu açık kanıtlara rağmen Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de kadına karşı şiddet sadece mağduriyet/kurban açısından ele alınmakta, kadının genel olarak statüsü ve cinsler arası eşitsizlik sorunu göz ardı edilmektedir.

Tarih boyunca toplumsal cinsiyete dayalı şiddet eylemlerinin erkek egemen toplumlarda özellikle özel alanda erkekler tarafından işlendiği örtülü veya açıkça kabul edilmiştir. Çünkü kadına karşı şiddet, erkeklerin sosyal kontrolü sağlamasının bir yöntemi olarak görülmektedir. Adaletin olmadığı, korkunun olduğu durumlarda kadınlar erkek egemenliği ile mücadele edecek cesareti kendinde bulamamakta, aksi durumda karşı karşıya kalacakları riskleri göze alamamaktadır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet temelli şiddet döngüsü varlığını sürdürmektedir. Eğer kadına karşı şiddetle mücadele edilmek isteniyorsa bunun ataerkil yapı ve değerlerle mücadeleyi gerektiren uzun soluklu, zorlu bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, insanlık tarihinde ilerleme sağlanmış diğer konularda olduğu gibi şiddetle mücadelenin, görünürde mücadele edilen bir konu olmaktan çıkarılıp, sivil toplum kuruluşları ile birlikte, gerçek anlamda mücadele edilmesi gereken bir alan haline dönüştürülmesi gereklidir. Ancak politikaların oluşturulduğu çevre, görünürlük, çatışma noktaları, ufku ve çeşidi gibi değişkenlerin göz önüne alınması ile yapılan kadına yönelik şiddetle mücadele konusundaki analizler, kadın politikalarının bir “yan alan” olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır (Acuner, 1999:287).

Türkiye’ de özellikle 80’ li yıllarla birlikte şiddet döngüsünü kırmak üzere son derece ciddi bir kadın hareketi başlamış ve kadına yönelik şiddetin temel insan haklarının ihlali olduğu fikrinin yaygınlık kazanmasına vesile olmuştur. Özellikle kadına karşı şiddetin özel alana ait ve kişisel çabalarla çözülmesi gereken bir sorun olmaktan çıkartılıp, toplumsal güç eşitsizliklerinden kaynaklanan, devletin çözmekle yükümlü ve kamusal kaynak ayırmak durumunda olduğu bir sorun olarak kabulünün bir göstergesi olan Ailenin Korunması Kanunu’ nun yürürlüğe girmesi, ardından şiddetin en çok beslendiği ve üretildiği alan olan ailenin kadın hareketinin gündemine girerek bir cinsin diğer cinse hizmeti ve itaatini zorunlu kılan ataerkil aile modelini benimseyen Medeni Kanun’ da değişikliğe gidilmesine olan katkıları ve Türk Ceza Kanunu’ nda kadına karşı işlenen suçları topluma karşı işlenen suç vasfından çıkararak bireye karşı suçlar kapsamına alınmasındaki üstün çabaları kadın hareketinin başarı örneklerini oluşturmuştur.

90’lı yıllardan bu yana, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi somut ve pozitif ilerlemeler kaydedilen kadına karşı şiddetle mücadele politikalarına rağmen konunun kamu yönetimi çerçevesinin “ciddi konuları” arasına oturtulmasına ilişkin zorluk aradan geçen bunca süreye rağmen artarak devam etmektedir. 20 yıl öncesine göre kadın-erkek eşitsizliği konusunda bazı duyarlılıkların yaratıldığı muhakkak olmakla birlikte, kadın aleyhtarı eğilimler de gündemdedir. Çünkü asıl sorun hak ve hukuka sınır getirilemeyeceği görüşünün yerleştirilmesinde yaşanan zorluklardadır. Özellikle yürütmenin başında olan ve “iktidarın sembolü” niteliğini taşıyanların verdiği mesajlar Türkiye gibi katı merkeziyetçi yapıya sahip ülkelerde hayati öneme sahiptir. Çünkü bu mesajlar statükoyu güçlendirebildiği gibi zayıflatabilir de.

Daha önceki kadın konusunu ciddiye almama durumunun aksine hiçbir zaman olmadığı kadar kadın üzerinden ağır muhafazakar politikalar yürütüldüğünü belirten Acuner, Türk-İslam sentezine dayalı bir aile modelinin korunması ve devamlılığının sağlanması ifadelerine sık sık yer veren iktidarın konuyu muhafazakarlaştırma çabalarına rağmen tam tersi giden bir damarın taşları daha iyi oturtacağına inandığını belirtmekte dolayısıyla süreci olumlu değerlendirmektedir.[1]. Bununla birlikte, Türkiye’ nin katı merkeziyetçi yapısı, bürokrat-siyasetçi ilişkileri, kamu kurum ve kuruluşlarının yürütmenin politikalarını uygulaması, hiyerarşik yapılanma ve nitelikli/donanımlı yöneticilerin her zaman yönetim kademelerinde olmaması gibi nedenlerle politika süreçlerinin dönüştürülememesi ve kadına karşı şiddetle mücadele konusunun geniş çerçeveden ele alınarak konumlandırılamaması bütüncül politikalar geliştirilmesinin ve uygulanmasının önünde engel olarak durmaktadır.

Kaynakça

ACUNER, Selma, Türkiye’ de Kadın Erkek Eşitliği ve Resmi Kurumsallaşma Süreci”, Ank. Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1999.
UN Special Rap., İntroduntion of the Human Rights of Women and the Gender Perspective, UN Commission on Human Rights E/CN.4/205//72, Geneva, January, 2005.

Valchova, M ve Biason, L. Women in an Insecure World Violence Againts Women Facts, Figures and Analysis, Centre fort he Democratic Control of Armed Forces, Geneva, 2005.

Elektronik Kaynaklar

(http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/kadinlara_karsi_siddet/siddet_kadinlara_yonelik_siddetin_ortadan_kaldirilmasina_dai.pdf, Erişim tarihi 16.02.2015)

(www.ohchr.org/english/law/eliminationvaw.htm, Declaration on the Elimination of Violence Againts Women, December, 1993).

[1] Kamu Politikası Oluşturma Süreci, Savunuculuk Yöntemlerinin Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Çalışmaları Özelinde İncelenmesi başlıklı doktora tez çalışması kapsamında Temmuz 2012 tarihinde Dr. Selma Acuner ile yapılan görüşmeden alınmıştır.