BM İnsan hakları Bildirgesi 10 Aralık 1948 yılında kabul edildi Dünya, milyonlarca insanın yaşamına mal olan bir paylaşım savaşının kan ve ateşinden çıkalı çok olmamıştı. Bildirge, insanların ırk, renk, cinsiyet, din, dil, siyasal ve toplumsal kökenine bakılmaksızın, özgürce, hakça yaşayabileceği savaşsız bir dünya öngörüyordu. Bildirge, hiçbir kişi, ülke ya da gruba özel ayrıcalıklar tanınmayacağını da ilan ediyordu.
O günden bu yana 67 yıl, yarım yüzyıldan fazla bir süre geçti. Savaşlar durmadı. İnsanlık her yıl giderek artan oranda yöresel savaş ve dış müdahalelerle bugüne geldi.
Bugün, insan hakları ihlalleri yalnızca savaşta yaşanmıyor. Önlenebilir doğa olayları felakete dönüşmekte, felakete maruz kalan insanlar ise kaderleriyle baş başa bırakılmaktadır. Uluslararası sermayenin bitmez tükenmez kar hırsı, doğayı hızla kirletmekte ve insanlığı yeni hastalık türleri ve felaketler beklemektedir.
Bugün 67 yıl öncesine göre, daha geniş yığınlar açlık, yoksulluk, hastalık, eğitim, barınma olanaklarından kısacası sosyal güvenlikten yoksun yaşamaktadır. Geçtiğimiz yıl 1,5 milyon insan AİDS’den öldü, 36 milyon insan ölümü bekliyor. Her gün 30 bin çocuk önlenebilir hastalıklardan dolayı yaşamını yitiriyor. 5-12 yaş arasında 250 milyon çocuk çalıştırılıyor. Bir milyar iki yüz milyon insan günlük bir dolarla yaşıyor. Tüm bu yoksulluğun ve yoksunluğun karşısında, Amerika, dünyanın temel sağlık, gıda ve eğitim gereksinim bedelini, Irak ve Suriye halkına ölüm, gözyaşı, işkence, acı bedeli olarak 3 hafta içinde harcayabiliyor.
Yoksul yığınlarla zenginler arasındaki uçurum hem dünya hem ülkemiz ölçeğinde daha da derinleşerek devam etmektedir. Dünya nüfusunun %1 lik kesimi Dünya gelirinin %50 sine sahiptir.
Bugün üçüncü bir paylaşım savaşının içerisindeyiz. Bu paylaşım, enerji kaynakları, enerji yollarının ele geçirilmesi, dünyamızı tek bir açık pazara dönüştürülmesi savaşıdır. Dünyanın zengin ülkeleri bu paylaşımdan pay alabilmek için amansız bir küresel rekabet içerisindedir. Birleşmiş Milletleri oluşturan 193 ülke, dolaylı ya da doğrudan, savaşın ya nesnesi ya da öznesi konumundadır.
Filipinler’den Endonezya‘ya, Çeçenistan’dan Bosna’ya, Cezayir, Fas, Libya, Tunus’a, oradan Somali’ye, Nijerya’ya uzanan ve bölgemizi merkez alan bir coğrafya, bir kez daha emperyalist sömürüye teslim oluyor. Bölgenin siyasal coğrafyası, Pazar egemenliği amacıyla yeniden düzenleniyor.
Büyük Ortadoğu Projesi adı altında dayatılan bu küresel politikalar insanlığı emperyalist ideolojinin sınırları içine hapsediyor. Toplumların tarihi, ulusal kimliği, ulusal kültürü, ulusal onuru, gelenekleri, inançları parçalanarak etnik, dinsel mezhepsel etiketlerle “serbest pazar” alanında kimliksiz, kişiliksiz alıcılar konumuna düşürülen grup ya da partilerin rekabetine sunuluyor.
Emperyalistlerin bölgemizde yaktığı ateş bir yangına dönüşerek bütün Ortadoğu coğrafyasını yakıp, yıkıyor. Büyük devletlerin savaş aygıtlarına ezilmiş, yetmedi kimlik eksenli ayrışmalarla birbirlerine düşürülerek perişan edilmiş ülkelere her gün bir yenisi ekleniyor. Irak, Libya, Suriye derken ülkemiz de emperyalistler ve onun işbirlikçileri yöneticiler eliyle hızla bu ateşin içine doğru çekiliyor.
ABD’nin Körfez savaşıyla başlayan ve hız kesmeden bugüne uzanan bu kanlı süreç, daha şimdiden bölgemizde I. Dünya Savaşı’nın yarattığı tahribatın bile çok ötesinde ölümcül sonuçlar doğurmuş durumda. Irakta, Libya’da, Suriye’de milyonlarca insan ya doğrudan savaş aygıtlarının hedefi oldukları ya da savaş koşullarının olumsuz etkilerine maruz kaldıkları için yaşamını yitirmiş durumda. Bu ülkeler nüfusunun ¼ ü ülkelerini terketti, kalanın da en az ¼ ü göçe tabi tutuldular.
“Özgürleştirdikleri” Afganistan, Irak ve Suriye mültecileri uzun süre Akdeniz ve Ege Denizinde Avrupalı devletler tarafından botları, tekneleri batırılarak öldürüldüler, geri kalanları ise “geri alım anlaşması” ile Türkiye’ye hapsedildiler. Bu insanlar ya savaşta, ya açık denizlerde ya da açlıkla yok ediliyorlar.
Bu olup bitenler Türkiye’nin geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir. BOP stratejisinin hedeflerinden biri de Türkiye’dir. Milyonlarca insanın kanı pahasına kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti hem parçalanarak hem de laik, demokratik ulusal kimliği “Ilımlı İslam” kimliği ile değiştirilmek istenmektedir.
“Demokratikleştirilen” Afganistan ve Irak’ta hazırlanan anayasalarda “hiçbir yasanın şeriata aykırı olamayacağı” ilkesi temel alınmıştır. Türkiye’de “İslam” referansına dayandırılan bir “demokrasi” Afganistan ve Irakta olduğu gibi, “ulema şurası” nın belirlediği şeriat sınırları içinde olacaktır.
“Türkiye tarihinin en demokratik iktidarı” olarak, “en demokratik dönüşümlerin altına imza atan yönetim” olarak sunulan bu “Ilımlı İslam” iktidarı, anti-laik, ümmetçi tutumu ile Cumhuriyetin seksen yıllık kazanımlarını “piyasa demokrasisinin” pazarına sunmuştur. Bugün ise ülke işgal altındadır. NATO’nun tüm ağır ölüm silahları, boğazlardan, İncirliğe, Antep’ten Malatya’ya, Diyarbakır’dan Urfa’ya konuşlanmıştır. Ülkede çıt çıkmamaktadır. Ülkemiz son 13 yıldan bu yana, parti, örgüt, kurum olarak sessiz sedasız dönüştürülmüştür ve bugün emperyalist güçler açıkça gelip ülkemize oturmuşlardır.
Evet, Bildirgenin üzerinden 67 yıl geçmiştir. İnsan hakları ihlalleri, Dünya ve ülke ölçeğinde o günden bu güne azalmamış aksine yoksul ülkeler üzerinde ne acıdır ki özgürlük ve demokrasi adına savaş, ambargo gibi açık biçimiyle, bizim gibi ülkeler üzerinde ise biçim değiştirerek sürmektedir. Bugün ise açık savaşın arifesindeyiz.
Karşı karşıya bulunduğumuz bu tablo asla kabul edilemez. Yaşanan bu savaşın doğrudan hedefi olan ve yaşamını yitirmiş milyonlarca Ortadoğu halklarına, Reyhanlı ile başlayan, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Beyrut ve Paris saldırılarında yaşamlarını yitirmiş yüzlerce insana, insanlık adına borcumuz vardır. İnsan Hakları Bildirgesi’nde ortaya konan ilkelerin hakim olduğu yeni bir dönemin inşası için daha fazla çabalamak ve çabalarımızı da derinleştirmek önümüzde görev olarak durmaktadır.