SİVİL ANAYASA HİKAYESİ – AV. MEHDİ BEKTAŞ

1601

Pandemi ortamında ekonomik, sosyal, siyasal yönlerden sıkışan; parti, hükümet ve devlet başkanlığını birlikte yürüten dinci AKP iktidarının “Reisi” R. T. Erdoğan, ağırlıkla milletvekili olmayan yandaşlardan oluşturduğu Kabine toplantısından çıkarken, “Türkiye’nin tekrar yeni bir anayasayı tartışmasının vakti gelmiştir. Cumhur İttifakı’ndaki ortağımızla bu konuda bir anlayış birliğine varmamız halinde önümüzdeki dönemde yeni anayasa için harekete geçebiliriz” dedi. MHP Lideri Bahçeli, “Anayasa’nın ilk dört maddesinin korunması koşuluyla” destekleyeceklerini duyurdu. İktidar yandaşı, işbirlikçisi ne kadar medya varsa harekete geçti: Haksızlık, hukuksuzluk, ekonomik-sosyal-siyasal çöküş; iktidarın izlediği politikalardan değil de uymadıkları, çiğnemeyi alışkanlık haline getirdikleri Anayasa’dan kaynaklanıyormuş gibi yaygaraya başlandı; açlık, yoksulluk, zulüm ve hukuksuzluk gündemini değiştirmeye soyundular, toplumu düşünmediği bir tartışmanın içine soktular.

Ana muhalefet Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “20 yıldır AKP iktidarının yaptıkları ortada, bıçak kemiğe dayandı, gündemimizde böyle bir konu yoktur, ciddiye de almıyoruz” diyeceği yerde, “Mevcut Anayasa’ya uymayanlar, yeni bir Anayasa isteyemezler” diye konuya balıklama daldı. Muhalefet laiklikten ödün verilemez, “özgürlükçü laiklik” diyerek tartışmaya girdi, iktidarın ekmeğine yağ sürdü. Gündemi hep iktidar belirliyor, muhalefet ardından koşup laf yetiştirmeye çalışıyor. Tartışmayı başlatan iktidar her koşulda, utanma, sıkılma olmadığı için zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkıyor.

Bağımsız, Devrimci, Laik, Sosyal bir Hukuk Devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, süreç içinde emperyalizme göbekten bağlı Menderes, Demirel, Özal, Çiller, Erbakan iktidarları eliyle niteliklerini yitirdi, AKP iktidarları eliyle de dinci İslamcı bir devlete dönüştürüldü. Parlamento, ağırlıkla tarikat üyelerinden oluştu; kanun yapma yetkisi daraltıldı; iktidar mali, idari, siyasi yönden denetlenemez oldu; yasama, yürütme, yargı yetkisi ve de hazine tek kişinin eline verildi; biat kültürü yaygınlaştı; keyfilik, savurganlık, hırsızlık, yolsuzluk, hukuksuzluk, partizanlık zirve yaptı, yapıyor.

Okullar kurshaneye, üniversiteler medreseye döndü; genç kuşaklar eğitilemez, bilimsel çalışmalar yapılamaz, toplumsal gelişme sağlanamaz oldu. Derneklerin, sendikaların, meslek kuruluşlarının etkinliği kalmadı; üyelerinin haklarını koruyamaz, ülke sorunlarını tartışamaz, önerilerde bulunamaz konuma geldi. Yasama, yürütme, yargıdan oluşan devlet kuvvetleri içiçe geçti; kuvvetler ayrılığı kuvvetler birliğine dönüştü; iktidar lideri her şeyi belirler oldu. Eğitim ve öğretim bilimsel ve laik kimliğini; üniversiteler idari, mali, bilimsel özerkliğini; yargı ve TRT bağımsızlığını ve yansızlığını yitirdi. Operasyonlarla, KHK’lerle devletin ordusu, polisi, üniversiteleri iktidar partisine bağlandı; hükümet-devlet ayrımı kalktı; iktidar devlete yapıştı; yurttaşın kafası karıştı, kime güveneceğini ve nereye sığınacağını bilemez, önünü göremez, hakkını arayamaz, yolunu bulamaz oldu.

Devlet ve toplum yönetiminde “Toy” ve “Örf” geleneği bu milletin tarihinde vardır. Toy meclistir, örf hukuk. Halkın ilk yazılı anayasayla tanışması ise, Genç Osmanlıların girişimiyle 29 Mayıs 1876 günü Serasker Hüseyin Avni Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa, Askeri Mektepler Nazırı Süleyman Paşa’nın öncülüğünde bir grup askerin Dolmabahçe Sarayı’nı kuşatarak Padişah Abdülaziz’i tahtan indirmesi ve Veliaht Murat Efendi’yi V. Murat adıyla tahta çıkarmasıyla başlar. 15/16 Haziran 1876’da Çerkez Hasan’ın Heyet-i Vükela (Hükümet) toplantısını basarak Abdülaziz’i tahtan indiren ve Meşrutiyet ilanına sürekli karşı çıkan Serasker Hüseyin Avni Paşa ile Hariciye Nazırı Reşit Paşa’yı öldürmesi, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa’yı yaralaması ile ortalık karışır. Mithat Paşa’nın Veliaht Abdülhamit’le görüşerek, “Meşrutiyeti ilan etmesi koşuluyla” tahta çıkmasına destek olacaklarını söylemesi ve anlaşmalarıyla gelişir. V. Murat, akıl sağlının yerinde olmadığına ilişkin şifahaneden rapor, şeyhülislamdan fetva alınarak tahtan indirilir; 31 Ağustos 1876’da Veliaht Abdülhamit, II. Abdülhamit adıyla tahta çıkar; 23 Aralık 1876’da 1. Meşrutiyet ilan edilir. Osmanlı Kanun-i Esasi’sini yürürlüğe koyan II. Abdülhamit, kısa süre sonra 1877-78 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek 14 Şubat 1878’de Kanun-i Esasi’yi askıya alır, 30 yıl istibdatla ülkeyi yönetir.

3 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki; “özgürlük, eşitlik, kardeşlik (hürriyet, müsavat uhuvvet)” sloganıyla zulme karşı baş kaldırır; 23 Temmuz’da Selanik, Manastır, Preşova, Köprülü, Kosova ve Serez’de Meşrutiyeti ilan eder. İsyanın tüm ülkeye yayılmasından korkan II. Abdülhamit, 24 Temmuz 1908’de Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koyar.

30 Mart 1909’da boğazı korumakla görevli avcı taburlarının erleri, dini propagandanın etkisinde kalarak isyan eder; komutanlarını tutuklamaya başlarlar. I. Ordu’ya bağlı askerlerin katılımıyla isyan büyür, kısa sürede İstanbul’a yayılır, ittihatçı mebuslar ile mektepli subayları öldürürler. Padişah II. Abdülhamit isyancılara karşı hoşgörülü davranır, kimi istemlerini kabul eder, haklarında soruşturma açılmayacağı vaadinde bulunur.

Meşrutiyet’i korumak üzere Edirne ve Selanik’ten Hareket Ordusu yola çıkar, İstanbul’a gelir, örfi idare (sıkıyönetim) ilan eder; Taşkışla, Taksim Kışlası, Fatih ve Şehzade Paşa karakollarında direnişi sürdüren isyancıları tepeler, yakaladıklarının sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmalarını sağlar. 27 Nisan 1909’da toplanan Osmanlı Meclis-i Mebusanı II. Abdülhamit’i tahtan indirir, yerine V. Mehmet’i tahta çıkarır.

1911-1912’de Balkan Savaşları yaşanır. 1914’te I. Dünya Savaşı (1914-1918) başlar. Osmanlı, Almanya’nın başını çektiği İttifak Devletleri yanında savaşa katılır. Çanakkale, Kut’ul Amere ve Galiçya’da İtilaf Devletlerine karşı destanlar yazar, Süveyş Kanalı ve Sarıkamış’ta bozguna uğrar; Suriye, Irak ve Arabistan toprakları elden çıkar.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi (Ateşkes) imzalanır. İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya) Anadolu’yu da işgale başlarlar, 13 Kasım 1918’de İstanbul’un stratejik noktalarını kontrol altına alırlar, 16 Mart 1920’de İstanbul’u fiilen işgal ederek yönetime el koyarlar; Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı basarak, evlere, konaklara girerek işgale karşı çıkanları, millicileri toplarlar, Ermeni sorunuyla ilişkilendirdikleri mebusları yargılamak için Malta’ya gönderirler. Bu koşullarda çalışamayacağını saptayan Osmanlı Meclis-i Mebusanı da dağılma kararı alır.

Durumu değerlendiren Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Heyet-i Reisi Mustafa Kemal Paşa, “Eskişehir–Afyon’daki yabancı birliklerin uzaklaştırılmasını, Gevşe ve Ulukışla’dan geçen demiryollarının tahrip edilmesini, Anadolu’da bulunan yabancı subayların tutuklanmasını, olağanüstü yetkiler taşıyacak olan Meclisin Ankara’da toplanmasını” ister.

Anadolu topraklarının işgalden kurtarılması mücadelesi sürerken, 23 Nisan 1920’de “Vilayetlerden seçilenler ile kapatılmış Meclis-i Mebusan üyelerinden gelenlerin katılımıyla” Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılır. 25.04.1920 tarih ve 5 No’lu kararla İcra Heyeti oluşturulması benimsenir. 2 Mayıs 1920 tarihli 3 No’lu Kanunla vekaletler (bakanlıklar) belirlenir, önce vekiller (bakanların) meclis üyeleri arasından doğrudan, 4 Kasım 1920 tarihli 47 No’lu Kanunla Meclis Başkanının göstereceği adaylar arasından çoğunluk oyu ile seçilerek Hükümet oluşturulur.

20 Ocak 1921 tarih ve 85 No’lu Kanunla, bir geçici olmak üzere 23 maddeden oluşan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlüğe konur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 1. Maddesiyle, “Milli Hakimiyet” ilkesi açıkça belirtilir, “Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir” denir. 3. Maddesinde “Türkiye Devleti” ve “Büyük Millet Meclisi” adları kullanılır, Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin 1921 Anayasası’na aykırı olmayan hükümlerinin uygulanmasına devam edilir, Kanun-i Esasi’nin 11. Maddesinde yer alan “Devlet-i Osmaniye’nin dini, din-i İslamdır” hükmü geçerliliğini sürdürür.

11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanır; 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılır; 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalanır; 9 Eylül 1923’te Halk Fırkası kurulur; 13 Ekim 1923’te Ankara başkent olur; 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilir; 3 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekaleti, Harbiye Vekalet ile Hilafet kaldırılır; Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilir; 20 Nisan 1924’te 491 sayılı Kanunla yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1924 Anayasası) yürürlüğe konur.

1924 Anayasa’nın 1. Maddesinde “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir”; 2. Maddesinde “Türkiye Devletinin dini, din-i İslamdır; resmi dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir” yazılıdır.

10.4.1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla, din-i İslam ibaresi çıkarılır. 5.12.1934 tarih ve 2599 sayılı Kanunla, 2. Maddeye “Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçı (Devrimci)” yazılarak Türk Devriminin ilkeleri Anayasa kuralı haline getirilir. Bu Anayasa 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne kadar yürürlükte kalır. Liste usulü çoğunluk sistemiyle yapılan 1950 seçimlerinde oyların yüzde 55’ini alan Demokrat Parti (DP) 416 milletvekilliğiyle TBMM’deki sandalye sayısının yaklaşık yüzde 85’ini elde eder. Oyların yüzde 39.9’u düzeyinde oy alan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) çıkardığı milletvekili sayısı ise 68’dir. CHP, 27 yıllık iktidarını sona erdirerek, “barış havası” içinde ve “sükunetle” iktidarı DP’ye devreder.

Seçim sisteminin adaletsizliği sonucu çıkardığı 416 milletvekili ile iktidar olan DP, “Hür Dünya” dedikleri Batı emperyalizmine ülkeyi bağlayarak, Cumhuriyet’in halkçı, devletçi, laik, devrimci niteliğini tahribe yönelir; dini siyasete alet eder, toplumu böler; iktidardan gitmemek için yasadışı her yolu dener, muhalefeti ve basını susturmak için güvenlik güçlerini ve yargıyı kullanır; sonunda ordunun radikal genç unsurlarının girişimi ve halkın desteği ile devrilir.

İktidar, geçici olarak, Milli Birlik Komitesi’ne (MBK) emanet edilir. Yasama yetkisini kullanan MBK, yeni bir Anayasa’ya hazırlamak ve seçim kanunu çıkarmak için 13.12.1960 tarih ve 157 sayılı Kanunla Kurucu Meclisi oluşturur. Kurucu Meclis’in hazırladığı, 27.5.1961 tarih ve 334 sayılı Kanunla kabul ettiği; kuvvetler ayrılığını, çift meclisi, parlamenter demokrasiyi esas alan Anayasa 9.7.1961 tarihinde halkoyuna sunulur, yüzde 61.7 oyla kabul edilir, 20.7.1961 tarihli Resmi Gazete’ de yayımlanarak yürürlüğe girer.

27 Mayıs 1961 Anayasası, Türk devriminin özelliklerini ve ilkelerini Başlangıç ve Genel Esasların Birinci Kısım’da açıklar, 4. maddede devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hükmünün değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği belirtilir. 153’inci maddede, “Anayasa’nın hiçbir hükmünün, Türk toplumunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacı güden Devrim kanunlarının Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı” açıklanır.

1961 Anayasası; Demokrat Parti’nin oy aldığı sosyal ve siyasal tabana dayanarak kurulan Adalet Partisi liderinin (Süleyman Demirel) ve şürekasının, “Anayasa milli iradeye aykırı” yolundaki söylemleriyle yıpratılır; 12 Mart 1971 faşist muhtırasıyla tırpanlanır; 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle yürürlükten kaldırılır.

12 Eylül faşist darbesini gerçekleştirenler, 27.10.1980 tarih ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunu çıkarır; yasama, yürütme yetkilerini geçici olarak Milli Güvenlik Konseyi ve başkanı üstlenir. 12.12.1980 tarihli ve 2356 sayılı Kanunla Milli Güvenlik Konseyi’nin oluşumu ve görev süresi belirlenir. 29.6.1981 tarih ve 2485 sayılı Kanunla Anayasa, Siyasi partiler ve Seçim Kanunu hazırlamakla yetkili ve görevli olmak üzere Milli Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi üyelerinin birleşimiyle Kurucu Meclis oluşturulur. Kurucu Meclis’in hazırladığı, 29.6.1981 tarih ve 2485 sayılı Kanunla kabul ettiği Anayasa, 7 Kasım 1982’de halkoylamasına sunulur; şeffaf zarf ve renkli oy pusulası kullandırılarak yüzde 91.37’lik oyla kabul ettirilir, 9 Kasım 1982 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer.

1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın hedeflediği özgürlükçü demokrasi hedefinden sapar; çift meclisi (Senato, Millet Meclisi) teke indirir, yasama ve yürütme arasında olan dengeyi yürütme lehine çevirir. Yargının bağımsızlığı ve yansızlığı kuralını ve ilkelerini bozar; Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kuruluşunu, yapısını, işleyişini ve ilkelerini değiştirerek siyasi iktidarın hakim ve savcılar üzerindeki baskısını, denetimini kolaylaştırır. Temel hak ve özgürlükleri tanır, ancak kullanılmasında ağır kısıtlamalar getirir. Hakkı tanıyıp özgürlükleri kısıtlayan bu Anayasa ile ülkeyi yönetmek zorlaşır, koşulların da zorlamasıyla 1987 yılından itibaren değişiklikler yapılmaya başlanır. Değişikliklerin bir kısmı Meclis’te kabul edilerek yürürlüğe girerken, bir kısmı iktidarın seçmeni yönlendirdiği, Yüksek Seçim Kurulu’nın hukuku ihlal ettiği halkoylamaları (referandum) yoluyla yapılır.

1987’den itibaren 1982 Anayasası’nda değiştirilen, yeniden düzenlenen, çıkarılan maddeler:
1987’de 67, 75, 175. maddeleri değiştirilir ve geçici 4. madde yürürlükten kaldırılır.
1993’te 133. madde değiştirilir.
1995’te başlangıç metni, 33, 53, 67, 69, 75, 85, 93, 127, 135, 149 ve 171. madde yeniden düzenlenir, 52.madde yürürlükten kaldırılır.
1999’da 47, 125, 143 ve 155. maddelerde yeni düzenleme yapılır.
2001’de AB müktesebatına uyum sağlamak için başlangıç, 13, 14, 19, 20, 21, 22, 23, 26, 28, 31, 33, 34, 36, 38, 40, 41, 46, 49, 51, 55, 65, 66, 67, 69, 74, 86, 87, 89, 94, 100, 118, 149.maddeler ile geçici 15. maddede değişiklikler yapılır.
2002’de 76, 78. maddeler yeniden düzenlenir.
2004’te AB’ye uyum çerçevesinde 10, 15, 17, 30, 38, 87, 90, 131 ve 160. maddeler yeniden düzenlenir, 143. madde yürürlükten kaldırılır.
2005 yılında buna bağlı olarak 130, 133, 160, 161, 162 ve 163. madde değiştirilir.
2006’da 76. madde değiştirilir.
2007’de geçici 17. madde eklenir; 77, 79, 96, 101 ve 102. maddede yeni düzenleme yapılır, geçici 18 ve 19. madde eklenir, sonra geçici 19. madde çıkarılır.
2008’de 10. maddede, 42. maddede değişiklik yapılır.
2010’da10, 23, 41, 51, 53, 54, 74, 125, 128, 129, 144, 146, 147, 148, 149, 159, 166 ve geçici 5, 18, 19 maddeleri düzenlenir.
2016’da geçici 20. madde eklenir.
2017’de 77, 82, 87, 91, 98, 99, 100, 101, 102, 104, 105, 106, 107, 109, 110, 111, 112, 113, 114, 115, 116, 117, 119, 120, 121, 122, 142, 145, 150, 156, 157, 159, 161, 162, 163, 164, geçici 21. madde düzenlenir.

1987’den itibaren özellikle 2010, 2017 referandumlarıyla, 180’den fazla değişiklik ve düzenlemelerle kuşa çevrilen, özü yok edilmeye çalışılan 1982 Anayasası’nı ekonomik, sosyal, siyasal sorunların kaynağı gibi göstererek sivil bir anayasa istemlerinin amacı nedir?

AKP sözcülerinden kimileri 1921 Anayasası’nı, kimileri 1924 Anayasası’nı referans gösteriyor. HDP de “1921 Anayasası gibi” diyor. Parlamento’da temsilcisi bulunan CHP, İyi Parti, DEVA, Gelecek, Saadet gibi partiler güçlendirilmiş parlamenter sistemden yana olduklarını açıklıyor, bunun için AKP iktidarının düşmesini bekliyor. Söylem bir de niyet farklı.

Referanslardan siyasi partilerin niyetlerini anlamak zor değil. İktidar partisi AKP, ülkeyi yönetemiyor, tel tel dökülüyor. Kandilin yağı tükendi. Meclis’te çoğunluğu yitirirlerse, milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimini kaybederlerse başlarına gelecekleri düşünüyorlar. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” dedikleri ucube tek adam yönetimini sürdürebilmek için sivil anayasa hikayesini ortaya atıyorlar, bulanık suda balık avlamaya kalkıyorlar, bunu bir kurtuluş olarak görüyorlar. 1924 Anayasası’nın ilk şeklinin 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devletinin dini, dini İslamdır” sözünü Anayasa’ya tekrar yerleştirirler, laikliği kaldırırlarsa dincilerin desteği ile ayakta kalacağını sanıyorlar, 19 yıldır yaptıkları numarayı tekrar çevirmeye çalışıyorlar.

HDP ise doğu vilayetleri için çıkarıldığını düşündükleri 1921 Anayasası’nın 11. Maddesinde yer alan “Madde 11- Vilayet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyete haizdir….. vaz edilecek kavanin mucibince Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimai işlerin tanzim ve idaresi vilayet şuralarının salahiyeti dahilindedir” hükmünü dirilterek, yasa dahilinde vilayetlerdeki vakıf, okul, eğitim, sağlık, tarım, bayındırlık ve sosyal dayanışma işlerinin düzenlenmesi ve yönetimi il meclislerine bıraktırıldığında doğu ve güneydoğudaki iller için özerklik elde edileceğini düşünmekte, bölge siyasetini derinleştirmek ve geliştirmek istemektedir.

Ana muhalefetin ve diğer partilerin istemleri, AKP’yi iktidardan indirerek kuvvetler ayrılığını esas alan, demokratik, laik bir hukuk devletini yeniden kurmaktır. Bunun yolunu da yeni bir anayasa değil mevcut anayasayı düzelterek yapmak olarak görüyorlar.

Cumhuriyet kurulduğundan bu yana dinciler, ayrılıkçılar, Cumhuriyete olan hınçlarını hep diri tutmuşlar, gerçekleşmesi zor görülen ham hayallerinin peşinde koşmuşlar, binlerce insanın kurda kuşa yem olmasına neden olmuşlardır. İlkesiz, çıkarcı, dinci AKP iktidarı sayesinde ellerine büyük bir fırsat geçtiğini düşünerek yararlanmaya bakıyorlar.

Bu ülkenin tarihini bilenler sonucun hüsran olacağını görüyor, ama emperyalizmin desteğindeki bu çaresizler, “hırsları, kinleri akıllarının önünde olduğu” için gerçeği göremiyorlar, emperyalizmin ipine tutunarak sallanıyorlar.

Öncelikle bilmek gerekir ki “sivil” ya da “resmi” anayasa ayrımı yoktur, olamaz da… “Sivil Anayasa” sözünü daha çok dinciler, liberaller ve ayrılıkçılar dillendirir. Bunlar anayasayı halkın değil askerlerin yaptığı savındadır. Bu sav yanlıştır. Kanun-i Esasisi de Teşkilat-ı Esasi de uzmanlar tarafından yazılmıştır. Kanun-i Esasi Padişah ve Heyet-i Vükela tarafından, Teşkilat-ı Esasi ise Millet Meclisi tarafından kabul edilip yürürlüğe konmuştur. 1960 İhtilali’nden sonra yapılan anayasalar ayrıca halkın onayına sunulmuştur. Sorun anayasaları kimin yaptığından öte ilkelerini hangi gerçekliğin belirlediğidir. Dünyadaki bütün anayasalar köklü dönüşümlerin, devrimlerin ürünüdür. Örneğin sözlü olduğu söylenen İngiliz Anayasası, Oliver Cromwell’in başını çektiği 1648’de İngiliz Devrimi’nin, 1776 bağımsızlığını ilan edip ancak 1783’de İngiltere’ye kabul ettiren ABD’nin 1788 tarihli Anayasası ise 22 kez değiştirilerek 1823 tarihli Monreo Doktrini’ne ve 1861-1865 yılları arasında yaşanan Kuzey-Güney Savaşı’na dayandırılmıştır. 1789 tarihli Fransız Anayasası 1789 tarihli Fransız İhtilali’nin; 1917 tarihli Sovyet Anayasası 1917 Sovyet Devrimi’nin; 1954 tarihli Çin Anayasası 1954 Çin Devrimi’nin,;1876 ve 1908 Kanun-i Esasisi Osmanlı Islahatı’nın; 1921, 1924, 1961 ve 1982 tarihli Türk Anayasaları da Türk Devrimi’nin ürünüdür.

1876’da Genç Osmanlıların I. Meşrutiyeti ilan ettirmesiyle başlayan Türk Devrimi; II. Abdülhamit İstibdadı’na karşı Jön Türkler ile İttihat ve Terakki’nin 1908’de Hürriyet Devrimi ve Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konmasıyla gelişir (II. Meşrutiyet). I. Dünya Savaşı’nda ağır kayıplara uğrayan, toprakları işgal edilen Osmanlı Devleti’nde Mustafa Kemal’in 19 Mayıs1919’da Samsun’a çıkmasıyla büyür. Müdafaa-i Hukuk cemiyet örgütlenmesiyle halkla buluşur, Kuvayı Milliye kuvvetlerinin düzenli orduya dönüşmesiyle şahlanır, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Millet Meclisi’ni açarak Kurtuluş Savaşına yürütür, 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye’yi kabul eder. Kan, gözyaşı ve acılarını içine gömerek işgalci düşmanı kovar, işbirlikçilerini ezer. 1 Kasım 1922’de Saltanat’ı kaldırarak, 24.Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’yla Türk Devleti’nin kuruluşunu dosta düşmana kabul ettirir. 9 Eylül 1923’te Halk Fıkrasını kurar. 13 Ekim 1923’te Ankara’yı başkent yapar. 29 Ekim 1923’te aydınlanmacı, laik, demokratik cumhuriyeti ilan eder. 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırır, Eğitim Birliği Yasası’nı kabul eder. 24 Nisan 1924’te yeni Teşkilat-ı Esasiye’yi kabul ederek yoluna devam eder; 1923’ten 1937’ye kadar büyük köklü ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve hukuki dönüşümlerle somutlaşır.

Bu tarihsel gelişim bilindiğinde Türk Devrimi’nin ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, millet egemenliğine, yurttaş eşitliğine dayanan, kuvvetler ayrılığını esas alan, dili Türkçe, başkenti Ankara olan, İstiklal Marşı bulunan, bağımsız, devrimci, laik, halkçı, ulusal (milli), üniter bir devlet olduğu anlaşılır. Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı, Anayasasına yazılmış olan bu ilkeler değiştirilemez, değiştirilmesi önerilemez.

Bu ilkeleri değiştirmeye kalkanlar hem Türk Devrimi’ne hem de Türk Anayasası’na karşı suç işlemiş olurlar. Buna yeltenenleri önlemek hem Cumhuriyet yönetiminin hem de Cumhuriyet yargısının başta gelen görevidir. Meşru organlar görevini yapmazlarsa, çekingenlik, savsaklama gösterirlerse, o zaman görev Türk halkına düşer. Türk halkının laik demokratik cumhuriyeti kollama ve koruma gibi yüce bir hakkı ve görevi vardır. Hukukta buna “meşru müdafaa ve direnme hakkı” denir.

Anlatılanlardan anlaşılacağı gibi 12 Eylül 1910 ve 26 Nisan 2017 referandumlarıyla yapılan değişikliklerle 12 Eylül generallerinin yaptığı ve yaptırdığı iddia olunan 1982 Anayasası kuşa çevrilmiştir, özü gitmiş iskeleti bile kalmamıştır. 1982 Anayasası da 1921, 1924, 1961 anayasalarında yer alan ilkelere yer vermiş; Anayasa’nın 1, 2, 3. maddelerinde yer alan devletin şeklini, cumhuriyetin niteliklerini, devletin bütünlüğünü, resmi dilini, bayrağını, milli marşını ve başkentini 4. madde ile Devrim kanunlarını da 174. madde ile güvenceye almıştır.

Bütün milletvekilleri anlaşsa bile Anayasa’nın 1, 2 ve 3. maddeleri ile 174. maddesi ve bu maddelerle birlikte yorumlanacak maddeleri değiştiremezler, yürürlükten kaldıramazlar. Bu tür değişikliğe onay verecekler, destek olacaklar Anayasa’yı ihlal suçunu işler. Hukuken bunu yapamazlar, hukuk dışı yola saparlarsa da bu suçtur, cezasını çekerler.

Laiklik bu ulusun birliğinin temel taşıdır. Din insanların özelindedir, devlet yurttaşların inancını özgürce yaşaması ve başka inançlara baskı yapmaması için her türlü önlemleri alır, yardımcı olur, ancak dinsel inancı toplum ve devlet yaşamına hakim kılamaz. Devlet ve toplumun yönetimi ilahi kurallara, kutsal kitap emirlerine göre değil, beşeri kurallara, insan akıl ve mantığına göre yapılır. Din devletin işine, devlet de dinin işlevine karışamaz; Aklın yerini inanç alması durumunda; bilimsel araştırma, inceleme, toplumsal gelişme olmaz. Nitekim de olmamıştır. 622 yıllık Teokratik Osmanlı Devleti’nde yetişmiş, insanlığa yararı dokunmuş bir tane fizikçi, kimyacı, biyolog, tıpçı, matematikçi, felsefeci, coğrafyacı, tarihçi var mı? Dinsel bağnazlığın olduğu yerde bilim olmaz. AKP iktidarı döneminde bilimsel laik eğitim durmuştur, ancak Cumhuriyetimizin laik bilimsel eğitimi ile yetişmiş dünya çapında saygın bilimcilerimiz vardır, yetişmeye devam edecektir.

Dinciler, laikliği “dincileri kasadan ve masadan uzaklaştırma eylemi” olarak nitelerler. Bunlara göre “masa” devlet iktidarını, “kasa” devlet hazinesini ifade eder. Karşı devrim yürüyüşü ile masayı da kasayı da ele geçirdiler; devleti, milleti soydular yine de doymuyorlar. Sivil anayasa hikayesi ile soyguna devam etmek istiyorlar, ama bu kez başarmaları zor görünüyor; devlete ve millete hesap verme günleri yaklaşıyor, ne yaparlarsa yapsınlar bir gün hesap verecekler, bundan kurtuluşları yoktur.

HDP’nin 1921 Anayasası söylemi de hikayedir. Yerel yönetimlerin özerk olması siyasi değil, ekonomik ve sosyaldir. Yalnızca doğu illeri düşünülerek söylenmemiş, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918’de Türk ordusunun elinde bulunan, 28 Ocak 1920 tarihli Misak-ı Milli ile belirlenen topraklar üzerindeki tüm Osmanlı vilayetleri için söylenmiştir. Bunun içinde Batı Trakya, Batum, Musul, Halep vilayetleri de vardır. Bunu yalnızca doğu illeriyle sınırlamak doğru değildir. Kaldı ki bu yerinden yönetimin siyasi özerklik anlamına gelemeyeceği, 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi, 23 Temmuz- 4 Ağustos 1919 tarihli Erzurum, 4-11 Eylül 1919 tarihli Sivas kongrelerinde yapılan görüşmeler ve alınan kararlarla bellidir. Bu görüşmelerde ve alınan kararlarda ahalinin ayrılmasına ve bölünmesine karşı olunduğu açıkça vurgulanır: “Çoğunluğunun Müslüman olduğu Osmanlı ülkesi, hiçbir parçası diğerinden ayrılmaz bir bütündür”, “..toplumumuzun bütünlüğü, milli istiklalimizi temini… için Kuvva-ı Milliye’yi etkin ve milli iradeyi hakim kılmak esastır” denir. Ayrıca 11. maddede, “…Harici ve dahili siyaset, şer-i adli ve askeri umur (işler), beynelmilel iktisadi münasebet ve hükümetin umumi tekalifi (vergi) ile menafii (yararı) birden ziyade hususat (konular) müstesna olmak üzere…” denilerek iç ve dış politikada, adli yargıda, vergi toplanmasında, birden çok ili ilgilendiren konularda istisna getirilir, bunlardan merkezi hükümetin yetkili ve sorumlu olduğu açıkça belirtilir.

Bu sözler ve istisnalar ortadayken siyasi özerkliğin kabulü gibi bir sonuç nasıl çıkarılır? O günün zor koşullarında kabul edilmeyen bir anlayışı bugün dayatmak suyu tersine akıtmak değil midir, boşa çabadır, yararsızdır.

Bu nedenlerle iktidarın sivil anayasa hikayesine inanmak saflıktır. İktidarın önerilerini ciddiye alıp tartışmak iktidarın değirmenine su taşımak, kumpasına gelmektir.

Burada iktidardan çok ana muhalefete ve toplumsal muhalefete şaşıyorum. Neyi tartışıyorsunuz, iktidar Cumhuriyet’in değerlerinin ve ilkelerinin içini boşaltmış, hızını alamamış kötülüğe devam ediyor, halkçıları, demokratları, sosyalistleri bu işe ortak yapmaya çalışıyor.

Ana muhalefetin yapabileceği en önemli görev; tarihten gelen devrimci misyonunu kullanarak, toplumsal muhalefeti de yanına alarak, parti içindeki “yerimi buluyum yolumu buluyum” zihniyetinden kurtularak; partinin, toplumsal muhalefetin ve halkın örgütlü gücüyle diplomasız “Reis”i ve yandaşlarını iktidardan indirmek, Türk Devrimi’ne, tarihine, hukukuna yönelik suikastı önlemek, bu gerici dinci iktidarı tarihin çöplüğüne göndermektir. Bunu yapamayacak olanların milletvekilliğinden, partideki görevlerinden ayrılmaları, toplumsal muhalefete önderlikten vazgeçmeleri, yerlerini yapacak olanlara bırakmaları toplumsal, ahlaki ve tarihi sorumluluktur.

17.02.2021